bba
TC 100 YIL
Ankara
DOLAR23.6526
EURO25.5468
ALTIN1495.0
Ahmet DAVUDOĞLU

Ahmet DAVUDOĞLU

Mail: adanahaber.net@hotmail.com

Dini Tamir Davasında Din tahripçileri

Bismillahi'r-rahmani'r-rahim,

İslamiyet, Allah'ın insanlara gönderdiği dinlerin en sonuncusudur. Allahu Teala Hazretleri bu dini ekseriya melekle, bazen de başka vasıta ile Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize göndermiş; sair insanlara bildirmek için onu elçi tayin etmiştir. Bu elçiye Arapça resul, nebi; Farsça peygamber denilir.

Din göndermenin hikmeti, insanlara dünyaya gelmelerinin sebep ve gayesini bildirmektedir. Bu gaye kulluk ve onun nasıl yapılacağıdır. Cenab-ı Hak akıl sahiplerini yani ins ü cinni ancak kendisine ibadet ve kulluk etsinler diye yaratmıştır. "Ben ins ü cinni ancak bana ibadet etsinler diye yarattım" ayet-i kerimesi bu hakikatı natıktır. Kaldı ki, akıl sahibi olmayan canlı cansız bütün varlıklara Allah'ın bir teklifi olmadığı halde onlar da kendi dillerinde Allah'ı tesbih ederler.

"Hiçbir şey yoktur ki, Rabbinin hamdi ile tesbihinde bulunmasın. Lakin siz onların tesbihini anlamazsınız"ayet-i celilesi de bu hakikatı beyan eder. Şu halde dünyada 14 insanın Yaradanına kulluk etmesi kadar tabii bir şey olamaz.

Cenab-ı Allah: "İnsan için çalışıp (1.Sure-i Zariyat, ayet: 56. 2.Sure-i İsra, ayet: 44) kazandığından başka bir şey yoktur." "Düşmanlarınıza gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın"gibi ayetlerle de yaşamak için çalışmak lazım geldiğini bildiriyor. Demek ki insanın Yaradanına karşı vazifeleri olduğu gibi yaşamak için hemcinsine karşı da vazifeleri vardır.

Allahımıza karşı olan vazifelerimiz "Amentü" de hulasa edilen şeylere inanmak, kelime-i şehadet getirmek, namaz, zekat, oruç ve hac gibi ibadetleri yapmak; haramı haram; helali helal bilerek ona göre hareket etmektir. Kullara karşı vazifelerimiz de onların haklarına riayette bulunmak, alışverişimizde dürüst hareket etmek, yalan söylememek, kimseyi aldatmamak, hırsızlık etmemek, haksız yere insan öldürmemek, büyüklere itaat ve hürmet, küçüklere şefkat ve merhamet gibi şeylerdir.

Bunlar Kur'an-ı Kerim'de ve Resulullahın -sallallahu aleyhi ve sellem hadislerinde birer birer beyan olunmuştur. Eski Müslümanlar (Selef-i Salihin) her iki vazifeyi seve seve yapmışlardır. Onlar namazlarını dosdoğru ve zamanında eda ederler, harplerde kan gövdeyi götürürken bile onları kazaya bırakmazlar; harbe mahsus olan şekli ile namazı yine cemaatle kılarlardı.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz son hastalığında bile birkaç defa bayılmasına rağmen namazını cemaatle kılmağa gayret etmiş; onu kazaya bırakmamıştır. Sair ibadetler hususunda da son derece titiz davranırlardı. Dünya işlerine dahi lazım gelen dikkat ve ehemmiyeti gösterir; her hususta çalışırlardı.

Bu, (3. Sure-i Necm, ayet: 39. 4. Sure-i Enfal, ayet: 60) sayede az zamanda ulum-ı fünunun her dalında ilerlemiş; dünyanın en kuvvetli, en medeni devleti haline gelmişlerdi. Halife Haun-ü'r-Reşid'in Fransız kralına gönderdiği çalar saat meselesini Avrupalılar herhalde unutmamışlardır. Müslümanlar bu acayip aleti keşfedecek kadar yükselmiş; Fransız Kralı Şarlken ise içinde şeytan var diye korkarak semtinden kaçacak kadar gülünç duruma düşmüştür.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah ile kulları arasında elçiliğini noksansız ifa ederek dünyadan gitmiştir. Onun sayesinde birçok insanlar vadi-i helakten kurtulmuş, sahil-i selamete çıkmışlardır. Ancak onun peygamberliği yalnız bir kavme değil, bütün ins ü cinne şamil idi.

Hayatında İslamiyet henüz bütün insanlara tebliğ edilemediği için bu vazifenin devamı Müslümanlara kalmıştı. Müslümanlar gayri müslimlere İslamiyet'i tebliğ ederler. Neticede Müslümanlığı kabul ederlerse de din kardeşi olurlar. Etmezlerse kendileri bilirler. Zorla Müslüman yapmak yoktur. İşte, "Dinde zorlama yoktur" ayet-i kerimesi de bu hakikati bildirir. Ancak kendilerine Müslümanlık tebliğ ve teklif edilen gayri müslimler işi tatlılıkla halletmezler de kavgaya ve harbe kalkışırlarsa bu sefer kendileri ile harp edilir. Çünkü Müslüman tehlikeden korunur, fakat korkak olmaz.

İşte İslam'da cihat denilen vazife budur. Müslümanlar on dört asırdır bu mukaddes vazifeyi seve seve yapagelmişlerdir. İslamiyet'i tebliğ uğrunda ekseriyetle harbe mecbur edilmiş ve Allah'ın inayetiyle bu harplerden yüzde doksan dokuz muzaffer olarak çıkmışlardır. Bazen muvaffak olamadılarsa onun da sebep ve hikmetleri vardır.

Bu arada Müslümanların, (5.Sure-i Bakara, ayet: 256) Hıristiyanlarla, bilhassa Müslüman Türklerin Avrupalılarla yaptıkları harpler pek meşhur ve mühimdir. Avrupalılar Müslümanları imha etmek için zaman zaman birleşerek haçlı orduları meydana getirmiş ve olanca kuvvetleriyle Müslümanlara saldırmışlarsa da her defasında hak ettikleri cevabı müslümanlarda almışlardır.

Avrupalılar bu hezimetlerin acısını şimdi bile unutmamışlardır. Avrupa güreşlerine katılan pehlivanlarımızın, boksörlerimizin, futbolcularımızın birçok defalar galip geldikleri halde mağlup sayılmaları bundandır. Başta İngilizler olduğu halde bütün küfür milletleri İslam'ın karşısında hala nöbet tutmaktadırlar. Halbuki Müslümanları parçalamakla emellerine çoktan nail oldular. Şu var ki, eski acıları unutamadıkları için melanetleri sürüp gidiyor. Müslümanları parçalamak için yüz yıllarca uğraştılar. Bilhassa büyük Türk Halifesi Yavuz Sultan Selim merhumun Panislamizm (İslam Birliği) kurmak arzusu onların ödlerini patlatmıştı.

O gün, bugün geceyi gündüze katarak Müslümanları parçalamaya çalıştılar. Neticede muvaffak da oldular. Artık onlarca bu uğurda harbe de, darbe de lüzum kalmadı. Onun için taktiği değiştirdiler. Müslümanlara karşı görünmez harp açtılar. Bu harbin en mühim cepheleri içki, kadın ve ahlaksızlık yoluyla dinden uzaklaştırmaktır. Görünmez harp hala devam ediyor, Allah bilir ne zamana kadar devam edecektir.

Avrupa'ya tahsile giden genç Müslümanların ekserisi Müslümanlıktan istifa ederek yurtlarına dönüyor. Çünkü orada kendilerine her şeyden evvel İslam dininin bir uyku hapı olduğu aşılanıyor. Müslümanların bugünkü hallerinden misaller verilerek geri kalmaların yegane sebebinin din olduğu kalplerine yerleştiriliyor. Bu yetmezmiş gibi turist olarak İslam beldelerine gelen Avrupalıların, Amerikalıların üçte ikisi Hıristiyanlık propagandası için geliyorlar. Bunu memleketimizde bazı müslüman gençlerimiz tesbit etmişler, hatta birisi bana şöyle bir vak'a anlattı: "Talebe olarak üniversiteye devam ediyordum. Bir gün arkadaşlarım beni gecenin muayyen bir saatinde bir yere davet ettiler. Davete sebep iki ecnebi misafirmiş. Bunların biri İsviçreli bir doktor, diğeri galiba amerikalı bir mühendis imiş. Türk gençleri ile görüşüp tanışmak istiyorlarmış. Arkadaşlara bu gibi misafirler sık sık gelir; beraberce sohbet ederlermiş. Söz verdim ve gittim. Sohbet toplantısı hayli kalabalık idi. Misafirlere bol bol çay, meyve ikram ediliyordu. Yerime oturdum.

Az sonra ecnebi misafirler de geldiler. Ve hepimizi selamladıktan sonra kendilerini takdim ettiler. Anlaşma tercüman vasıtası ile oluyordu. Muhabbet başladı. Misafirlerin konuşmak istedikleri ve bunun için hazırlıklı oldukları hallerinden seziliyordu. Biri hemen söze başladı. Türkiye'ye geldiğinden, Türklerle ve bilhassa bizim gibi gençlerle tanıştığından çok memnun olduğunu söyledi. Söz arasında Türklerin zekasına ve misafirperverliklerine bayıldığını, fakat bu kadar kabiliyetli bir milletin nasıl olup da hala İslam dinine bağlı kaldığına çok hayret ettiğini kemal-i iştiha ile anlattıktan sonra Avrupa'dan misaller verdi. 'Bakınız! Bugün Avrupa'da bir tek fakir devlet göremezsiniz. Çünkü Avrupalılar Hristiyandır: Bizim dinimiz ilerlemeyi emreder; sizin dininiz öyle değil. O uyutuyor, geri bırakıyor. Onun için bana Avrupalılar gibi ileri ve zengin bir İslam devleti gösteremezsiniz...' dedi.

Bu izahatı herkes sükunetle dinliyor; kimsenin itiraz aklına gelmiyordu. Nihayet ben parmak kaldırarak söz istedim. Derhal verildi. Ben konuşan hatibe dünya yüzünde ilk Hıristiyan devleti neresi olduğunu sordum. Meğer biliyormuş. 'Roma' dedi. Kabul etmedim. Başka bir isim söyledi. Yine olmadı. 'Ben söyleyeyim' dedim. Ve dünyada ilk Hıristiyan devletin Habeşistan olduğunu anlattım.

Şunu da ilave ettim: 'Sizin izahatınız gerçeğe uygun değildir. Çünkü Habeşistan dünyanın ilk Hıristiyan devleti olmasına rağmen hala dünyanın en geri kalmış ülkesidir. Şayet Hıristiyanlık ilerlemeyi amir bir din olsaydı, bugün Habeşistan'ın en ileri bir memleket olması icap ederdi...' dedim.

Bu sözlerimi işitince hatip kızardı ve biraz bocaladıktan sonra hemen sözüne nihayet vererek yanımızdan kaçtı. Bunun üzerine arkadaşlar galeyana geldiler: 'Vay kafir! Bizi ayartmaya gelmiş; şunun haddini bildiriverelim' dediler. Ben bin bir türlü rica minnet kendilerini güç halle teskin ettim. Yoksa belki adamı linç edeceklerdi.."

Gencimizin hikayesi burada bitti. Görülüyor ki, yurdumuza gelen turistlerin yarıdan fazlası buraya hususi vazife ile geliyorlar. Evet, Avrupalılar Müslümanları şaşırtmak, İslam'ı çökertmek için büyük küçük her fırsattan istifade etmiş ve etmektedirler. Bu hususta en müessir çarelerden birinin içki olduğunu düşünerek koca Şarkı sarhoş etmek için seferber olmuşlardır. Fransız müelliflerinden Henri, "Şark milletlerini yok etmek için kullanılan yegane silah şaraptır" diyor. Bittabi bunda da muvaffak oldular.

İslam aleminin bugünkü hali hakikaten onları güldürecek, bizi ağlatacak mahiyettedir... Avrupalılar bu arada şarklıların şehvet düşkünü de olduğunu da unutmadılar. Fakat Şarkın kadınları çok dindar ve ahlaklı, aynı zamanda sıkı bir disiplin altında ecnebi erkeklerden azade bir hayat yaşıyorlardı.

Erkekleri baştan çıkarmak için mutlaka bu kadınları sokaklara salmak lazımdı. Derhal bunun da çaresini buldular. "Efendim, medeniyet dünyasında hukuk bakımından erkekle kadın arasında bir fark yoktur. Kadın serbest olmalı, erkeklerin yaptığı her işi yapmalı. İlerleme ve kalkınma ancak erkek ve kadınların yardımlaşmaları ile olur. Biz Avrupalılar böyle yaptık ve işte ilerledik..." dediler.

Şarkın Avrupa aşkı ile sermest olmuş şaşkın yazarları bu nasihati bilatereddüt kabul ettiler. Yazılar yazdılar, nutuklar çektiler, kitaplar telif ettiler... Nihayet İslam kadını sokağa döküldü. Maalesef kadının evinde taze bir gibi sürdüğü rahat safayı, İslam hukukunun ona bahşettiği sonsuz hürriyeti bırakıp da hukuk namına zavallıya reva görülen işkenceyi düşünen bile olmadı.

Halbuki yedi yaşında bir çocuk bugünün hür kadını (!) ile dünkü esir kadının (!) hayatlarını kıyas etse, çeşitli allıklara pulluklara boyanmış, yarı çıplak, dar elbiseler içinde bunalan, sabahtan akşama kadar adeta ökçelerine çakılmış iki çivi üzerinde sekmeye mecbur kalan ve yorgunluktan düşmemeye son gücü ile gayret eden, akşam işinden döndüğü vakit de evini mezar gibi tamtakır bulan bu zavallılara mutlaka: "Siz hakikaten saçı uzun akıl kısaymışsınız! Yazıklar olsun size!" der, onları bu hale getirenlere de bin lanet okurdu.

Hulasa bu facia dahi Avrupalıların eseridir. Bu gibi şeyler onlara pek çok görülmez. Çünkü onlar bizim ezeli din düşmanlarımızdır. Düşmandan rahmet umulmaz ya, elbette düşmanlık beklenir. Asıl kabahat, Avrupa'nın telkinatını - haşa- mahzı keramet gibi hiç düşünmeden kabul 18 edenlerdedir. Mısır'da Kasım Emin namında bir şaşkın, kadınların açılıp saçılması için bir eser yazmış ve bu eser maalesef Mısırlılarda şaşılacak derecede hüsnükabul görmüştür. Yeri gelince bu mevzua tekrar temas edeceğiz.

İLK MÜSLÜMANLARIN HARP TEKNİĞİ

Şimdi gelelim ilk Müslümanların harp tekniğine: İlk Müslümanlar, askeri sahada da harikalar göstermişlerdir. Buna bir misal gösterelim. İslam'da her şeyden evvel muteber olan din kuvvetidir. Harplerde galibiyet bu kuvvete göre kazanılır. İlk zamanlarda din kuvveti o kadar sağlam ve samimi idi ki, bir Müslüman neferi on kafire bedeldi. "Eğer sizden yirmi sabırlı kişi bulunursa iki yüz kafire galebe çalarlar" ayet-i kerimesi bu hakikatı ifade eder. Sonraları bu nisbet ikiye karşı bire inmiştir. Bedir harbinde Müslümanların sayısı 313 cengaverden ibaretti. Silah ve yiyecekleri de kıt idi. Kureyş ordusu ise tepeden tırnağa müsellah bin kişiden müteşekkildi. İçlerinde yüz tane süvari vardı. Ebu Leheb'den maada bütün Kureyş reisleri harbe iştirak etmişlerdi. Vaziyet çok tehlikeli idi. Hatta Resulullah - sallallahu aleyhi ve sellem- ellerini semaya kaldırarak: "Ya Rabbi, bugün vaadini yerine getir!" (6.Sure-i Enfal, ayet: 6) diye dua etmişti. O kadar dalgındı ki, omzundan ihramı düştüğü halde farkına varamamıştı. Secdeye kapanmış: "Ya Rabbi, şu birkaç can da bugün telef olursa artık kıyamet gününe kadar sana kulluk edecek kimse kalmaz" diyordu.

Binnetice bu samimi niyaz, bu candan iltica kabul olundu. Hak Teala Hazretleri: "Bu topluluk mağlup olacak ve sırt çevirip kaçacaklardır" buyurdu. Nihayet harp oldu. Cenabı-ı Hak gökten bin melek indirerek Müslümanlara imdat gönderdi. Müşrikler ve As b. Hişam, Ebu Cehil, Şeybe, Ümeyye b. Halef gibi belli başlı bütün reisleri de dahil harp sahasında 70 ölü, bir o kadar da esir bırakarak çekildiler. Müslümanlar ise altısı muhacirlerden, sekizi ensardan olmak üzere 14 şehit verdiler...

Hendek muharebesinde Mekke müşrikleri Ebu Süfyan'ın kumandasında 24 bin kişilik mücehhez bir ordu ile Medine-i Münevvere'yi kuşattılar ve şehri bir ay müddetle gayet sıkı bir muhasara altında tuttular. Medine'de kıtlık hüküm-ferma idi. Müslümanlar yiyecek bulamıyorlardı. Ashab-ı Kiram'dan bazılarının üç gün bir şey yemedikleri olurdu. Karınlarıa taş bağlarlardı. Bu vaziyet karşısında Selamn-ı Farisi Hazretlerinin delaleti ile şehrin etrafına hendek kazılmış ve müdafaaya hazırlanılmıştı. Muhasara gün geçtikçe şiddetleniyor; düşman, Müslümanların üzerine taş ve ok yağdırıyordu. Müşriklerin Ebu Süfyan, Halid b. Velid ve Amr b. As gibi büyük reisleri orduya birer gün kumanda ediyor; şehre hücum için hazırlanıyorlardı. Fakat hendeği geçemediler.

Burada misli görülmedik bir şehamet örneğine işaret etmeden geçemeyeceğim; Düşman ordusunda Amr b. Abdived namında doksan yaşlarında meşhur ( 7.Sure-i Kamer, ayet: 45) bir cengaver vardı ki, Araplarca bin kişilik bir orduya bedel sayılırdı. Bu adam Bedir gazasında yaralanmış ve Müslümanlardan intikamını almadıkça saçlarına koku sürmeyeceğine yemin etmişti. İşte düşman hendeğin en dar yerini hedef alarak umumi bir taarruza geçtiği sırada Amr atını mahmuzlayarak hendeği atlamış; Müslümanların tarafına geçmişti. Arkasından kendi ayarında bir iki arkadaşı daha geçtiler. Müslümanlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin etrafında toplanmışlardı. Amr atını sürerek meydan okumaya başladı. Kendisiyle boy ölçüşecek, mübarezede bulunacak bir adam istiyordu. Resulullah - sallallahu aleyhi ve sellem- ashabına seslenerek "Bu mel'unun karşısına çıkacak var mı)" diye sordu.

Ashabın içerisinde Ebu Bekir ile Ömer hazeratı da bulunuyordu. Derken bir genç, arslanlar gibi kükreyerek yerinden fırladı: "Ben çıkarım ya resulallah!.." Bu genç arslan, Resulullahın amcası oğlu ve damadı Hazret-i Ali -kerremallahu veche- idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: "Sen otur ya Ali!" dedi ve sualini tekrarladı. "Var mı çıkacak?" Ashab yine sükut ettiler. Bu onların korkaklığından değil, gelenin kim olduğunu iyi bildiklerindendi. Kafir meydana çıkan kimse olmadığını görünce şımarmış: "Cennetlik olmak isteyen yok mu?" diye nara atıyordu. Hazret-i Ali yine yerinden fırladı: "Ben çıkarım ya Resulallah!.." Fakat yine aynı tembihi aldı. "Var mı çıkacak?" Fakat etraftan çıt çıkmıyordu. Hazret-i Ali yine dayanamadı. Ayağa kalkarak: "Ben çıkarım ya Resulallah!" dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: "Gelen Amr'dır ya Ali!" buyurarak tehlikenin büyüklüğüne işaret ettiyse de Allah'ın genç arslanı: "Biliyorum; ben Amr olsa da çıkarım ya Resulallah" dedi. Bunun üzerine Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zırhını çıkartarak Hazret-i Ali'ye giydirdi. Ve muvaffak olması için Cenab-ı Hak'tan niyazda bulundu. Bu birer neferli iki ordunun karşılaşması pek hazin oldu. Amr kendisi ile harp edecek kimsenin daima üç isteğini kabul edermiş. Hazret-i Ali de ondan üç istekte bulundu ve aralarında şöyle bir muhavere geçti.

Ali -radıyallahu anh-: "Senden Müslümanlığı kabul etmeni isterim." Amr: "Buna imkan yoktur." "Öyle ise harp sahnesinden çekil!" "Bütün Arap kadınlarının benimle alay etmelerine tahammül edemem." "O halde harp edelim." Amr bu teklifi istihza ile karşılamış ve hemen hücuma geçmişti. Ancak Hazret-i Ali piyade olduğu için onunla at üzerinde çarpışmayı kibrine yediremedi. Hemen yere atlayarak bir kılıç darbesi ile atının ayağını kesti.

Hazret-i Ali'yi zırh içinde tanıyamamıştı. "Sen kimsin?" diye sordu. "Ali b. Ebi Talib'im" cevabını işitince: "Vay... Dostumun oğluymuş. Senin ağzın süt kokuyor be çocuk. Haydi sen git de başkası gelsin. Ben senin kanınla kılıcımı boyamak istemem" dedi.

Ali -radıyallahu anh- buna: "Ben de seninle döğüşmeye tenezzül etmem. Yalnız kılıcımı senin kılıcınla bir ölçeceğim.!" diye mukabele etti. Bu sözlerden kükreyen Amr, kılıcını çekerek Hazret-i Ali'nin üzerine öyle bir hücum etti ki, bir vuruşta kalkanını ikiye böldü. Hatta Hazret-i Ali'nin alnını da yaraladı.

Sıra Allah'ın genç arslanına gelince bir vuruşta koca Amr'ı omzundan aşağı ikiye ayırdı. Resulullahın -sallallahu aleyhi ve sellem- niyazı kabul buyurulmuştu. Bunun üzerine genç arslan: "Allahu Ekber" diye naraladı.

Artık her taraftan yükselen tekbir sedaları Arş-ı Ala'ya doğru yükseliyordu. "Allahu Ekber, Allahu Ekber..." Amr'ın arkasından hendeği geçen arkadaşları, Hazret-i Ali'ye hücum ettilerse de, onun dehşet saçan darbeleri karşısında tutunamayarak kaçmaya mecbur oldular. Hatta birisi hendeğe düşerek orada yine Ali -radıyallahu anh- tarafından tepelendi. Bu suretle yapılan umumi taarruz da neticesiz kaldı. Üstelik Allah tarafından şiddetli bir fırtına çıkarak küffarın yiyecek depolarını yerinden söküp attı; karargahlarını alt üst etti. Bunun üzerine düşmanlar harp meydanını terk ettiler. Müslümanlar da geniş bir nefes aldılar.

Kur'an-ı Kerim bu vak'dan şu ayet-i kerime ile bahseder: "Ey iman edenler! Allah'ın nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmiş de biz onların üzerine rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik."

Mute muharebesinde Müslüman ordusu üç bin mücahitten ibaretti. Düşman ise en az rivayete göre 100 bin kişilik muazzam bir ordu ile harp ediyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ordusuna kendi azatlısı Zeyd b. Harise'yi kumandan tayin etmiş; 8.Ahzab suresi, ayet: 9. şayet o şehit olursa orduya Cafer-i Tayyar'ın geçmesini, o da şehit olursa orduya Abdullah b. Revaha'nın kumanda etmesini tavsiye buyurmuştu. Bu harpte kumandanların üçü de şehit oldu. Fakat Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- dördüncü bir kimse göstermemişti. Onun için çarnaçar kumandayı Halid b. Velid -radıyallahu anh- ele almış ve üç bin mücahit ile 100 bin kişilik ordunun elinden kurtulmayı becermiştir...

Acaba Müslümanlar bu kıssalardan hiç hisse aldılar mı? Maalesef almamışlardır. Alsalar, dinlerine sarılır, ciddiyetlerini muhafaza eder; din ve dünyaları için çalışır muvaffak ve muzaffer olurlardı.  (devam edecek)

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar